Dolar 32,4948
%0.36
Euro 34,7019
%0.33
Altın 2.403,410
%0.97
Bist-100 10.046,00
%-0.37

Pzt

-8°

Sal

-12°

Çar

-3°

'Kelebekler de küstü'

Başakların boy attığı ekin tarlaları içinde fırtınalı günlerin habercisi sonbahar rüzgârları ıslık çalarak esmeye başlamıştı. Yoğun orman bitkisiyle örtülü irili ufaklı tepelerin yemyeşil eteklerindeki Mesudiye Köyünde, yaşlı Yusuf Dayının on dönüm tarlasını dönümünü beş bin liradan sattığı haberi köyü şaşkına çevirmişti. İçinde üçer beşer nar, zerdali, armut, erik ve iğde ağacı bulunan tarlaya neden bu kadar çok para verildiğini kimse bilmiyordu. Tarlayı satın alanın çok zengin biri olduğu, burada küçük bir çiftlik kuracağı, içinde doktorların bitki örtülü çevrede yaşamasını tavsiye ettiği hasta karısı için bir köşk yaptıracağı söylentisi köyün içinde kulaktan kulağa yayılmıştı…
Günbatımından sonra çıkan akşam serinliğinde köy kahvesi erkenden dolmuştu. Sıcak çaylar keyifle yudumlanırken Yusuf Dayının tarla konuşuluyordu hep. Herkes köyün yaşlı Muhtarı Veli Dayının etrafına toplanmıştı; konuşulanları can kulağı ile dinliyordu. Muhtar Veli Dayı’nın lise son sınıfta okuyan yeğeni Kemal, ortaya bir laf attı:
“Emmi, bu işin içinde bir bit yeniği var!”
Muhtar Veli Dayı yeğeni Kemali tersledi hemen:
“Sen sus bakayım… Aklının ermediği işe karışma öyle.”
Aradan bir ay ya geçti ya geçmedi… Bu kez Yusuf Dayının yanı başındaki Arabacı Bekir’in altı dönüm tarlasını, Yusuf Dayı’nınki gibi dönümünü beş bin liradan satıldığı haberi köyün içine bomba gibi düştü… Bir gün sonra Hacı Halil’in de dört dönüm tarlası aynı fiyatla satılınca köy şaşkına döndü. Herkes heyecanla birbirine sormaya başladı:
“Ne oluyor ya'”
Yusuf Dayı, Bekir Ağa ve Hacı Halil’in tarlaları, içinden yılda iki üç kez ürün alınabilen verimli topraklardı. Tarlaları satın alan kişinin, daha birçok tarla satın alacağı söylentisi, köydeki tarla sahiplerinin uykusunu kaçırmıştı; herkes tarlasını yüksek fiyatla satmanın düşüyle yatıp kalkmaya başladı.
Üç-dört ay sonra güneşli ılık bir kış günü, öğleye doğru büyük bir greyder anayoldan saparak köyün toprak yoluna girdi. Greyder’in güçlü motor sesi ve paletlerinin gürültüsüyle sarı dev bir canavar gibi ortalığı toz dumana katarak ilerleyişi korku vericiydi.
Önce etrafındaki hendeklerin üzerindeki böğürtlen çalılarını ezerek Yusuf dayının tarlaya giren greyder, tırmıklı kocaman kepçesiyle tarlanın içinde ağaçları kökleyerek sökmeye başlamıştı. Greyderin geldiğini duyan köylüler başta Muhtar Veli Dayı olmak üzere genç ihtiyar koşuşarak bir yamaçta toplandı. Herkes, bir yandan tarlaları hallaç pamuğu gibi atan greyderi korku ve endişeyle izlerken bir yanda da Köylüler Muhtar Veli Dayının etrafını sarmıştı:
“Veli Dayı ne oluyor'” 
Muhtar Veli Dayı da ne olduğunu bilmiyordu:
“Arkadaşlar, herhalde yapılacak köşkün temelleri kazılıyor… Şimdi büyük binaların temelleri böyle makinelerle kazılıyormuş. Yoksa kazma kürekle başa mı çıkar'” 
“Yahu! Veli Dayı, çiftlik yapılacak deniliyordu hani… Güzelim ağaçları neden söküyorla? Yazık değil mi'”
 “Para pul sahibinin ne yapacağı bilinmez… Adam belki yenilerini diktirecektir. Hem şimdi Avrupa’dan ağaç getirtmek modaymış zaten”
Bütün ağaçlar söküldükten sonra tarlaların içinde hummalı bir faaliyet başladı. Her geçen gün gelip giden araç sayısı arttı. Tonlarca demir, çimento, kum, kırma çakıl taşı gibi inşaat malzemeleri getirilip bir kenara yığılıyor, bir yandan da uzun ve derin temeller kazılıyordu. Büyük bir inşaat alanına dönen tarlalar jeneratörlerle aydınlatılarak çalışmalar geceleri de devam etmeye başladı. Birkaç ay sonra hangar gibi büyük binalar yükselmeye başlayınca her şey anlaşılmıştı. Tarlaların içinde çiftlik ve köşk yerine büyük bir fabrika kuruluyordu.
Mesudiye Köyü’nün etrafındaki kırlara ilk kar düşmüştü. Her akşamüstü olduğu gibi yemekten sonra köy kahvesindeki odun sobasının etrafında toplanan köylüler, sıcak ve demli çaylarını biraz keyifli, birazda kuşkulu bakışlarıyla yudumlarken, hep inşaatı hızla devam eden fabrikayı konuşuyordu… Söz dönüp dolaşıp Muhtar Veli Dayıya geldi:
“Arkadaşlar çiftlik ve köşk yerine bu fabrikanın yapılması köyümüz için daha hayırlı olacaktır. Fabrikanın inşaatı bitince sahipleriyle görüşüp köyümüzdeki işsiz gençlerimize iş vermelerini, köyümüzün toz toprak içindeki yollarını asfaltlamalarını, okulu, sağlık ocağı için yardım etmelerini isteyeceğim. Gördüğünüz gibi köyümüzün arazileri de bu fabrika sayesinde kıymetlendi. Bu fabrikanın yanına yeni fabrikalar kurulurken birçok tarlayı satın alacaklar.” 
Bütün kış inşaatı hızla süren fabrika bir İlkbahar günü milletvekillerinin, iş adamlarının, valinin, kaymakamın, çevredeki belediye başkanlarının ve gazetecilerin katıldığı görkemli, şaşaalı bir açılış töreniyle faaliyete geçti. Çok geçmeden bacasından yükselmeye başlayan yağmur bulutu gibi simsiyah dumanlar köyün üstünü heyula gibi kapladı… Güpegündüz masmavi gökyüzü ve güneş görünmez oldu. Temiz, oksijenli havaya alışkın köylülerin, etrafa yayılan gaz kokusundan genzi yanmaya başladı… Her geçen gün başı, midesi ağrıyanlar çoğaldı… Yemyeşil bahçelerin, kırların bitki kokulu tertemiz havasının yerini insanın nefes alıp verişini zorlaştıran is kokulu bir hava aldı… Çok geçmeden köyün, meyve ağaçlarıyla verimli toprakları üzerinde, gece gündüz hiç ara vermeden çalışan fabrikanın bacasından serpilen küllerden ince bir tabaka oluştu. 
İlkbahar’da her yıl olduğu gibi tarlalarına enginar, fasulye, kereviz, domates diken köylüler dikip dikeceklerine pişman oldu. Fabrikanın bacasından yağan küller, daha filiz bile salamadan bütün ürünleri kuruttu. Bu yetmiyormuş gibi fabrikanın su ihtiyacını karşılamak için açılan derin derin artezyenler yüzünden köyün su kuyuları da kurumaya başlayınca köylüleri bir panik aldı… Muhtar Veli Dayıyı sıkıştırmaya başladılar:
“Veli Dayı, şu fabrika sahipleriyle git bir konuş… Fabrikanın külleri güzelim tarlalarımızı perişan etti. Verimliliğini yok etti. Aylardır bir şey ekip, biçemiyoruz. Bu yetmiyormuş gibi fabrikanın artezyenleri su kuyularımızı da kuruttu. “Ne olacak bizim bu hâlimi?  Bir an önce şu tarlalarımızı ne yapacaklarsa yapsınlar!” 
Muhtar Veli Dayı, fabrikanın sahipleriyle görüşme çareleri ararken, fabrikanın çevresindeki tarla sahiplerine haber geldi; tarlasını satmak isteyenlerin fabrikanın bürosuna başvurmaları isteniyordu. Haber köyde bayram havası estirdi. Aylardır zengin olma hayaliyle yaşayan tarla sahiplerinin düşleri gerçek oluyordu; Yusuf dayı, Arabacı Bekir ve Hacı Halil gibi onlarda zengin olacaktı. 
Haberin sevinciyle fabrikanın etrafındaki tarla sahiplerinin o gece gözüne uyku girmedi. Sabah erkenden koşarak gittikleri fabrikanın alım-satım bürosunda, hiç beklemedikleri bir sürprizle karşılaştılar: “Aslında tarlalarınızın dönümü bin lira bile etmez; fakat size yardımcı olmak için iki bin lira verebiliriz” teklifi yapılınca isyan ettiler: 
 “Geçen yıl satın aldığınız tarlaların dönümüne beş bin lira vermiştiniz. Şimdi sıra bizimkilere gelince bu yaptığınız haksızlık; biz de “Satmıyoruz” diyerek öfkeyle bağırıp çağıra köye döndüler.
Öğleden sonra gök gürültüsüyle başlayan sağanak yağmur akşam karanlığı bastırınca durmuştu. Yağmurdan sonra gece mavisi gökyüzünde parça parça beyaz bulutlar belirmişti. Her tarafından ışık huzmelerinin fışkırdığı fabrikanın bacasından yükselen kapkara dumanlar sersem bir anaforla köyün üstünde oradan oraya savruluyordu…
Akşam karanlığı bastırır bastırmaz erkenden hınca hınç dolan köy kahvesinde, herkes burnundan soluyordu. Arka arkaya gelen sıcak çaylar bir iki solukta hınçla bitiriliyor… Her kafadan bir ses çıkıyordu:
“Geçen sene yanı başımdaki Yusuf Dayının tarlasının dönümüne beş bin lira verdiler… Şimdi bizimkine gelince bin lira veririz diyorlar… Bu kadar haksızlık olur mu ya! Ben o tarladan yılda üç kez mahsul kaldırıyorum kardeşim.” diye isyan eden Koca Osman’a kahvedekilerden biri laf attı:
“Bırak üç defa mahsul kaldırmayı Koca Osman, şimdi bir defa mahsul kaldır da görelim.”
Kahvenin içindeki gürültü deprem yemiş gibi kesilivermişti. Koca Osman'ın nutku tutuldu… Öylece kala kaldı.
Kiraz ağacının dalından kendi yaptığı ağızlıkla sigarasını yavaş yavaş tüttüren köyün en yaşlısı Cemal Aga’nın kalın ve tok sesi duyuldu:
“O lafı, kim ettiyse doğru söylüyor Koca Osman, o tarlan şimdi beş para etmez… Bin lira da verseler… Başka çaren mi va? Fabrikanın bacasından çıkan küller tarlalarımızın verimliliğini yok etti. Su kuyularımızı kuruttu… Suyun olmadığı yerde hayat mı olu? Köyümüzün kırlarında, yaylalarında bile ot bile bitmiyor artık; yakında hayvanlarımız bile aç kalacak.” 
Yaşlı Cemal Aga’nın sözleri, kahvedekilerin yüzünde bir şamar gibi patlamıştı… Her kafadan bir ses çıkmaya başladı: 
“Fabrikayı gidip kaymakama şikâyet edelim.”
“Jandarmaya bildirelim.”
“Mahkemeye verelim”
 Muhtar veli dayı herkesi susturdu:
 “Arkadaşlar, böyle her kafadan bir ses çıkarsa bir şey yapılmaz… Kimse telâşlanmasın. Yarın gider kaymakama bir dilekçe verir; fabrikanın kapatılmasını isteriz.” 
 Kısa bir sessizliğinden ardından Muhtar Veli dayının yeğeni Kemal’in sesi duyuldu:
“Emmi, bu işin içinde bir bit yeniği var dediğim zaman beni konuşturmadınız, terslediniz hep... Kaymakama dilekçe verseniz ne olu? Vermeseniz ne olu? Fabrikayı kapattırsanız ne olu? Kapattırmasan ne olu? Yemyeşil verimli topraklarımız geri mi gelece? Bu fabrika kurulmadan önce köyümüz bu yörenin en verimli topraklarına sahipti… Evlerimizin bahçelerinde kuş sesleri eksik olmazdı… En güzel güller, fesleğenler, sümbüller açardı. Sarmaşıkların dallarında, melisa ağaçlarında ağustos böcekleri öter,  uğur böcekleri uçuşurdu… Kelebekler de küstü; onlarda gelmiyor artık.”