'Güllü İnek'
Gece saat bir suları. Hamburg Sn. Pauli’de Shiller Oper caddesindeki yabancılar pansiyonda kübik bir oda. İçinde altlı üstlü iki ranza var. Ranzalardan birinin üst tarafı boştu. Burası Vanlı Neşet’in yatağı. Neşet, Almanya’da başında kasketle dolaşan bir hanzo! Sevimli, sıcakkanlı, şakacı, şaka kaldırır, herkesin çok sevdiği, şaka yapmadan duramadığı, sohbetlerin, eğlencelerin tuzu biberi otuz yaşlarında sempatik bir Anadolu insanı.
Ranzasının başucunda duvara bantla yapıştırdığı renkli bir fotoğrafı var. Asker dönüşü memleketinde çektirmiş. Kırmızı kravatlı lacivert takım elbisesinin yakasında kocaman kırmızı bir gül vardı. O kırmızı gül yüzünden ona, “Güllü İnek,” diyorduk.
Gecenin bu saatinde Neşet yine ortalıkta yoktu. Ünlü Sn. Pauli birahanelerinde kim bilir hangi sarışın kadınlarının peşindeydi. Doğru dürüst Türkçe bile konuşamazken onlarla nasıl arkadaşlık yapabiliyordu şaşırırdık.
Karayollarında çalışan Neşet, kazancı iyi olduğu halde, Almanya sevdasına kapılarak buraya gelmişti. Gelmeden önce, “Sultanım” dediği karısı Melek’le üç çocuğunu kendi annesinin yanına bırakmıştı.
Van’da hatırı sayılan varlıklı biri olan kayınpederinin, Almanya’ya gitmesine şiddetle karşı çıkınca, ikna etmeleri için eşini, dostunu araya koymuştu. Fakat kayınpederi, “O hergelenin uçkuru gevşek.Yarın bizi orada ele güne rezil eder,” diye “Nuh diyor peygamber demiyordu.” Neşet, bakmış olacak gibi değil bir gün cesaretlenerek kayınpederinin huzuruna çıkmış, “Muhterem babam, yemin billâh ederim ki, Almanya’da namazımdan niyazımdan ayrılmadan çoluk çocuğumun rızkını kazanacağım… Namusum üstüne sözümdür,” diye ant verince kayınpederini razı etmişti.
Benden bir yıl önce Almanya’ya gelmişti. Pansiyonda dört kişi aynı odada kalıyorduk. Neşet’in doğru Türkçe okuyup yazması yoktu. Memleketinden gelen mektuplarını çok güvendiği için hep bana okutuyordu. Göndereceği mektupları da yine bana yazdırıyordu. Daha önce mektuplarını odadaki diğer arkadaşlar okuyup yazdığından, memleketinden gelen-giden her mektubu olay olurmuş. Oda arkadaşlarımız İstanbullu Behçet’le Eskişehirli Özkan’dan çok çekinirdi. En küçük bir açığını yakaladılar m? Şaka niyetine anasından emdiği sütü burnundan getiriyorlardı.
Uykumun arasında üzerimdeki battaniyeyi çekiştiren Neşet, kısık bir sesle beni uyandırmaya çalışıyordu. Uyanıp gözümü açtım; Neşet, uzun boylu sarışın güzel bir kadınla başucumdaydı. Kadın iyice sarhoştu. Ayakta zor duruyordu. Neşet bir eliyle belinden sıkıca tutmasa belki de “pat” diye yere düşecekti. Pansiyona, değil gece yarısı, gündüz bile bayan arkadaş getirmek kesinle yasaktı. Anlaşılan Neşet’in gözü dönmüştü. Doğrulup yatağımın üstünde oturdum:
“Ne oluyor lan! dedim.
İşaret parmağı ile, “Yavaş konuş” işareti yaparak uyuz köpekler gibi mızırdanıyordu:
“Sari, hadi sen yukarıya çık; biz aşağıda yatalım.”
“Ulan! Neşet, öyle şey mi olur biz buradayken. Ayıp değil m? Şerefsiz!”
Diğer ranzada altlı üstlü yatan Eskişehirli Özkan’la İstanbullu Behçet horul horul, uyuyordu. Bir uyansalar, Neşet hapı yuttu demekti. Pansiyonda ne kadar arkadaş varsa birkaç saniye içinde hepsi bizim odaya doluşurdu. Neşet’in uyuz köpek gibi mızırdanışın asıl nedeni buydu. Onların şerrinden korkuyordu.
Şaşırıp kalmıştım; ne yapacağımı bilemiyordum. Bu sırada ayakta boyna yalpalayan kadın, Bir ara Neşet’in elinden kurtularak “pat!” diye aniden üstüme atlayıp kene gibi yapışmıştı.. kadının elinden güçlükle kurtularak yataktan aşağıya fırladım. Neşet’e;
“Ulan! Pezevenk! Gecenin bu saatinde nerden bulup getirdin bu kaltağı!.” diye küfür ederek odadan çıkıp gittim. Sabaha kadar geri dönmedim.
Birkaç ay sonra Neşet’e kayınpederinden bir mektup geldi. Mektup zehir zemberekti; onun ölüm fermanı gibiydi: “Karını çocuklarını elinden aldım. Bilesin ki yakında senin de canını alacağım…”
Sn. Pauli’deki hemşerilerinden biri kayınpederine mektup yazarak, burada ne haltlar yediğini tek tek anlatmıştı. Mektubu okuyunca Neşet, sanki feleğini şaşırdı. Rengi sap sarı oldu. Kel kafasından, şakaklarından, boncuk, boncuk ecel terleri dökülmeye başladı. Cebinden çıkardığı beyaz bir mendille ecel terlerini silerken kayınpederine mektup yazanlara arka arkaya küfürler etmeye başladı:
“Vay! Namız sızlar. Bunlar şerefsizdir...” dayanamadım:
“Ulan! Van’ın dağlarında dolaşa dolaşa insan yüzü görmemiş ayı! Yazılanlar yalan m? Doğru değil m? Sustu. Cevap vermedi.
Kayınpederinin mektubundan sonra eski neşesi kalmamıştı. Akşamları biz arkadaşlarla güle oynaya çay kahve içerek sohbet ederken, o odanın bir köşesinde tek başına kumrular gibi düşünüyordu hep. İnzivaya çekilmişti artık. Evden işe, işten eve gidip geliyordu. Alış veriş dışında hiç dışarıya çıkmıyordu.
Son günlerde de mutfakta yemeğini hazırlarken, gömleklerini yıkayıp ütülerken, lavaboda aynanın karşısında tıraş olurken kara sevdalı gibi bir türkü tutturmuştu boyna:
Acımadın attın beni gurbet ele gidinin kahpe feleği
Kör talih elimden aldı sevdiceğim sultanım Meleği
Ah ulan! Alamanya ne yapacaktın benim gibi ineği
Ranzasının başucunda duvara bantla yapıştırdığı renkli bir fotoğrafı var. Asker dönüşü memleketinde çektirmiş. Kırmızı kravatlı lacivert takım elbisesinin yakasında kocaman kırmızı bir gül vardı. O kırmızı gül yüzünden ona, “Güllü İnek,” diyorduk.
Gecenin bu saatinde Neşet yine ortalıkta yoktu. Ünlü Sn. Pauli birahanelerinde kim bilir hangi sarışın kadınlarının peşindeydi. Doğru dürüst Türkçe bile konuşamazken onlarla nasıl arkadaşlık yapabiliyordu şaşırırdık.
Karayollarında çalışan Neşet, kazancı iyi olduğu halde, Almanya sevdasına kapılarak buraya gelmişti. Gelmeden önce, “Sultanım” dediği karısı Melek’le üç çocuğunu kendi annesinin yanına bırakmıştı.
Van’da hatırı sayılan varlıklı biri olan kayınpederinin, Almanya’ya gitmesine şiddetle karşı çıkınca, ikna etmeleri için eşini, dostunu araya koymuştu. Fakat kayınpederi, “O hergelenin uçkuru gevşek.Yarın bizi orada ele güne rezil eder,” diye “Nuh diyor peygamber demiyordu.” Neşet, bakmış olacak gibi değil bir gün cesaretlenerek kayınpederinin huzuruna çıkmış, “Muhterem babam, yemin billâh ederim ki, Almanya’da namazımdan niyazımdan ayrılmadan çoluk çocuğumun rızkını kazanacağım… Namusum üstüne sözümdür,” diye ant verince kayınpederini razı etmişti.
Benden bir yıl önce Almanya’ya gelmişti. Pansiyonda dört kişi aynı odada kalıyorduk. Neşet’in doğru Türkçe okuyup yazması yoktu. Memleketinden gelen mektuplarını çok güvendiği için hep bana okutuyordu. Göndereceği mektupları da yine bana yazdırıyordu. Daha önce mektuplarını odadaki diğer arkadaşlar okuyup yazdığından, memleketinden gelen-giden her mektubu olay olurmuş. Oda arkadaşlarımız İstanbullu Behçet’le Eskişehirli Özkan’dan çok çekinirdi. En küçük bir açığını yakaladılar m? Şaka niyetine anasından emdiği sütü burnundan getiriyorlardı.
Uykumun arasında üzerimdeki battaniyeyi çekiştiren Neşet, kısık bir sesle beni uyandırmaya çalışıyordu. Uyanıp gözümü açtım; Neşet, uzun boylu sarışın güzel bir kadınla başucumdaydı. Kadın iyice sarhoştu. Ayakta zor duruyordu. Neşet bir eliyle belinden sıkıca tutmasa belki de “pat” diye yere düşecekti. Pansiyona, değil gece yarısı, gündüz bile bayan arkadaş getirmek kesinle yasaktı. Anlaşılan Neşet’in gözü dönmüştü. Doğrulup yatağımın üstünde oturdum:
“Ne oluyor lan! dedim.
İşaret parmağı ile, “Yavaş konuş” işareti yaparak uyuz köpekler gibi mızırdanıyordu:
“Sari, hadi sen yukarıya çık; biz aşağıda yatalım.”
“Ulan! Neşet, öyle şey mi olur biz buradayken. Ayıp değil m? Şerefsiz!”
Diğer ranzada altlı üstlü yatan Eskişehirli Özkan’la İstanbullu Behçet horul horul, uyuyordu. Bir uyansalar, Neşet hapı yuttu demekti. Pansiyonda ne kadar arkadaş varsa birkaç saniye içinde hepsi bizim odaya doluşurdu. Neşet’in uyuz köpek gibi mızırdanışın asıl nedeni buydu. Onların şerrinden korkuyordu.
Şaşırıp kalmıştım; ne yapacağımı bilemiyordum. Bu sırada ayakta boyna yalpalayan kadın, Bir ara Neşet’in elinden kurtularak “pat!” diye aniden üstüme atlayıp kene gibi yapışmıştı.. kadının elinden güçlükle kurtularak yataktan aşağıya fırladım. Neşet’e;
“Ulan! Pezevenk! Gecenin bu saatinde nerden bulup getirdin bu kaltağı!.” diye küfür ederek odadan çıkıp gittim. Sabaha kadar geri dönmedim.
Birkaç ay sonra Neşet’e kayınpederinden bir mektup geldi. Mektup zehir zemberekti; onun ölüm fermanı gibiydi: “Karını çocuklarını elinden aldım. Bilesin ki yakında senin de canını alacağım…”
Sn. Pauli’deki hemşerilerinden biri kayınpederine mektup yazarak, burada ne haltlar yediğini tek tek anlatmıştı. Mektubu okuyunca Neşet, sanki feleğini şaşırdı. Rengi sap sarı oldu. Kel kafasından, şakaklarından, boncuk, boncuk ecel terleri dökülmeye başladı. Cebinden çıkardığı beyaz bir mendille ecel terlerini silerken kayınpederine mektup yazanlara arka arkaya küfürler etmeye başladı:
“Vay! Namız sızlar. Bunlar şerefsizdir...” dayanamadım:
“Ulan! Van’ın dağlarında dolaşa dolaşa insan yüzü görmemiş ayı! Yazılanlar yalan m? Doğru değil m? Sustu. Cevap vermedi.
Kayınpederinin mektubundan sonra eski neşesi kalmamıştı. Akşamları biz arkadaşlarla güle oynaya çay kahve içerek sohbet ederken, o odanın bir köşesinde tek başına kumrular gibi düşünüyordu hep. İnzivaya çekilmişti artık. Evden işe, işten eve gidip geliyordu. Alış veriş dışında hiç dışarıya çıkmıyordu.
Son günlerde de mutfakta yemeğini hazırlarken, gömleklerini yıkayıp ütülerken, lavaboda aynanın karşısında tıraş olurken kara sevdalı gibi bir türkü tutturmuştu boyna:
Acımadın attın beni gurbet ele gidinin kahpe feleği
Kör talih elimden aldı sevdiceğim sultanım Meleği
Ah ulan! Alamanya ne yapacaktın benim gibi ineği