İstanbul'da bir kış günü
İstanbul'a son gelişimde de şanssızlığım mı nedir yine kış kıyamet. Gece başlayan kar gün aydınlanırken tipiye dönmüştü. Kar ve tipinin ortalığı kasıp kavurduğu bu havada insanın cesaret ederek dışarı çıkması zordu. Şemsiyeleriyle ortalıkta görünenleri ise şiddetli kar ve tipi oradan oraya savuruyordu.
Kar ve kış nedeniyle mahsur kaldığım otelin tam karşısında yüzyıllık sırlarıyla uyuyan bir prensese benzeyen tarihi Pera Palas Otelinin bütün ışıkları güpegündüz hava karardığı için erkenden yakılmıştı. Işıl ışıldı.
Pera Palas'ı ne zaman görsem, İstanbul’a gelişlerinde burasını uğrak yeri yapan dünyaca ünlü kişilerden İngiliz romancısı ve oyun yazarı Agâhta Christie aklıma gelirdi hep. Tarihçilerin, Agâhta Christie’nin “Şark Ekspresinde Cinayet” adlı ünlü romanının bir bölümünü burada yazdığını, yine onun yaşamında nerede olduğu bir sır gibi bilinmeyen kayıp o on beş gününü, Pera Palas’ta geçirdiğini öne sürmeleri buranın tarihteki gizemini bir kat daha artıyordu
Oteldeki odamın tam karşısında Kasımpaşa'ya inen yokuşun hemen başında, yeni yapılmış modern çok katlı binaların arasında öylece tek başına kala kalmış çatısı kiremitli üç katlı bir ev vardı. Üçüncü katında, Tepebaşı Yokuşunu, aşağılardaki Galata Köprüsünü, Haliç’i gören bir pencerenin önünde çizgili pijamasıyla yaşlı bir adam oturuyordu. İyice aklaşmış saçlarıyla emekliliğini yaşayan bir İstanbul beyefendisi olduğu anlaşılıyordu. Önünde oturduğu pencerenin camlarına hızla çarpan kar ve tipisiyle sanki aralarında duygusal etkileşim vardı.
İyice yaşlandığından herhalde o evden dışarıya çıkamayıp bütün gününü o pencerenin önünde geçiriyordu. Ara sıra önündeki bir şeylerle oyalanıyordu. Belki bir gazetenin sayfalarını karıştırıyordu. Belki de getirip önüne koydukları sabah kahvaltısını yapıyordu. Ara sıra da başını kaldırıp pencereden dışarıya bakıyordu. İşte insan, o anda merak ediyordu acaba nereye bakıyo? Diye.
Belki de Tepebaşı yokuşunun aşağılarında şiddetli kar ve tipi altında puslu siluetleri belirli belirsiz görünen Haliç’e Süleymaniye’ye, Beyazıt Kulesi’ne Ayasofya’ya, Sultanahmet Camii'ne ve üzerinde otomobillerin yavaş yavaş ilerlediği Galata Köprüsünün iki yanındaki geniş kaldırımlarda koşarcasına gidip gelenlere bakıyordu.
Yaşamı boyunca Galata Köprüsünden kim bilir kaç kez gelip geçmişti. Sultan Ahmet Meydanında, Ayasofya’nın önünde, Beyazıt Kulesinin etrafında kim bilir nelere şahit olmuştu. İstiklal Caddesinde Tünel’le Taksim arasında gidip gelen tramvaylara kim bilir kaç kez binmişti. İstiklal caddesindeki sinemalarda kim bilir kaç film izlemişti. Beyoğlu’ndaki rakı ve balık kokan izbe meyhanelerde kim bilir ne anıları vardı. Beyazıt Kulesi dibinde, tombul, cana yakın Levanten bayanların işlettiği cafeler’de kim bilir kaç genç kızla flört etmişti.
Bir de İnsan merak ediyordu, acaba Fenerbahçeli m? Galatasaraylı m? Yoksa Beşiktaşlı m? Diye. İstanbullu olup ta bu takımlardan birinin taraftarı olmamak mümkün mü' Belki de oturduğu odanın bir duvarında tuttuğu takımın bir gazeteden kesilmiş renkli posteri vardı.
O gün otel odamın penceresinden bir fincan içindeki sıcak çaylarımı yudumlarken kar ve tipi altındaki İstanbul’u, Pera Palas’ı ve o yaşlı İstanbulluyu seyrettim hep.