'Bozuk paralar'
Cumartesiydi. Karanlık yolda ikisinden başka kimse yoktu. Bir süre sonra yanında bir gölge yürüyen iri cüsseli adamdan korkmaya başladı. Adımlarını sıklaştırarak onu geçip gitmek istedi. Bunun fark eden adam, “Hey! Dur bakalım; bu saatte nerden geliyorsun sen'” dedi. Adamın kalın ve gür sesinden korkmuştu: “Çankaya’da bir ecza deposunda çalışıyorum amca; evimize gidiyorum.” Sözünü bitirir bitirmez ka-ranlığın içinde suratına müthiş bir tokat indi: “Kapat çeneni; sesini çıkarırsan seni burada gebertirim.” Diyerek yanına sokuldu. Bir eliyle koluna sımsıkı yapışan adam diğer eliyle askılı kısa pantolonunun cebindeki bozuk paralara saldırdı. Ağlayarak yalvarmaya başladı: “Ne olur amca o paraları alma; onlar benim haftalığım. Babalığım, haftalığımı görmeyince anneme verdiğimi zanneder; hem beni hem annemi dayaktan öldürür.” Adam oralı olmadı; cebindeki bozuk paraları son kuruşuna kadar alarak karanlığın içinde gözden kayboldu.
Henüz on iki yaşlarında parmak kadar bir çocuktu. Çok korkmuştu. Yol kenarındaki çimenlerin üstünde düşe kalka birkaç adım atabildi. Daha fazla ileriye gidemedi olduğu yere diz çöktü. Zangır zangır titreyen dizlerini sıcacık saran çimenlerin yumuşaklığını hissedince hıçkırarak ağlamaya başladı birden.
Dakikalarca olduğu yerde hiç kımıldamadan bekledi. Hava serinlemişti. İliklerine kadar üşüdü. Ellerini göğsünde birleştirdi; boynunu omuzlarına doğru çekerek iyice büzüştü. Çok geçmeden ince ince çiseleyen bir yağmur başladı. Ayağa kalktı. Karşıdaki tepelerin sırtlarında ışıkları çiseleyen yağmur altında ateş böcekleri gibi yanıp sönen gecekondu mahallelerine son kez baktı. Gerisin geriye büyük kentte doğru kaderin kapısı çalmak için yürüdü.