'Menekşeler Güller Açar Üstümüzde'
Gece mavisiydi gökyüzü; kanatlanmış düşler gibi. Bulutların arasında ay gülümserken tanrı, samanyolundan yıldızlar saçıyordu kucak kucak .
Göl kıyısındaki taverna’nın yeşil çuhalı masalarında karmen kırmızısı şarap kadehleri yudumlanıyordu, gizli ihanetlerin, iki yüzlü dostlukların sahte gülüşleriyle.
Sevginin mabedi kırmızı karanfillerle masaların arasında kelebek sessizliği ile dolaşıyordu çiçekçi kadın. Uzun siyah kirpiklerinin arkasında kuytuya çekilmiş gizemli gözlerini, arsız duyguların bakışlarından saklamaya çalışıyordu. Aylı gecenin sessizliğinde uyuyan bir pınardan su içen bir ceylan gibi ürkekti.
Bir sonbahar günü akşam yeli eserken, “Ey özgürlük” türküsünü söylüyordu arkadaşlarıyla Selim. Bütün suçu buydu. En mavi gökyüzüne gülümsedi toprağa düşerken. Arkasından ağıt yaktı, ağlaştı menekşeler güller.
Güz esintilerinin önünde sürükleniyordu bir yaprak gibi bebeğiyle onsuz. Güzel duyguların sonu olduğu için güz günlerini, sonbaharları sevmiyordu hiç.
Göl kıyısındaki taverna’nın bahçesinde caz müziğinin ezgileri uyuklayan geceyi büyülerken kulağı bebeğinin sesindeydi; uyanınca ona koşacaktı. Kucağına alıp kokusunu doya doya içine çekecekti bin yıllık hasret gibi.
Gece, uykuya hazırlanırken kurbağa seslerinin duyulduğu göl kıyısından serin bir meltem esti. Üşüttü çıplak omuzları, sülün gibi beyaz kolları ve karmen kırmızısı şarap kadehlerini.
Bebek uyandı; ağlayışı gecenin dinginliğinde bir kuş sesinin büyülü çığlıkları gibi sevenciliydi. Lacivert gökyüzünde yıldızların arasında uyuklayan ay, bulutların arasından yeryüzüne bakındı. Bebeğin sesine kulak verdi.
Bebeğine koştu çiçekçi kadın. Kucağına aldı öptü… Öptü… Kokladı. Gözyaşları düştü bebeğinin yüzüne. Göğsünü açıp emdirirken, göl kıyısındaki uzun sazlıkların hışırtıları arasından Selim’in ezgi dolu sesini duydu,
“Benin için ağlama kadınım. Sil gözyaşlarını. Zülüm ve kan biter bir gün. Menekşeler güller açar üstümüzde”
Göl kıyısındaki taverna’nın yeşil çuhalı masalarında karmen kırmızısı şarap kadehleri yudumlanıyordu, gizli ihanetlerin, iki yüzlü dostlukların sahte gülüşleriyle.
Sevginin mabedi kırmızı karanfillerle masaların arasında kelebek sessizliği ile dolaşıyordu çiçekçi kadın. Uzun siyah kirpiklerinin arkasında kuytuya çekilmiş gizemli gözlerini, arsız duyguların bakışlarından saklamaya çalışıyordu. Aylı gecenin sessizliğinde uyuyan bir pınardan su içen bir ceylan gibi ürkekti.
Bir sonbahar günü akşam yeli eserken, “Ey özgürlük” türküsünü söylüyordu arkadaşlarıyla Selim. Bütün suçu buydu. En mavi gökyüzüne gülümsedi toprağa düşerken. Arkasından ağıt yaktı, ağlaştı menekşeler güller.
Güz esintilerinin önünde sürükleniyordu bir yaprak gibi bebeğiyle onsuz. Güzel duyguların sonu olduğu için güz günlerini, sonbaharları sevmiyordu hiç.
Göl kıyısındaki taverna’nın bahçesinde caz müziğinin ezgileri uyuklayan geceyi büyülerken kulağı bebeğinin sesindeydi; uyanınca ona koşacaktı. Kucağına alıp kokusunu doya doya içine çekecekti bin yıllık hasret gibi.
Gece, uykuya hazırlanırken kurbağa seslerinin duyulduğu göl kıyısından serin bir meltem esti. Üşüttü çıplak omuzları, sülün gibi beyaz kolları ve karmen kırmızısı şarap kadehlerini.
Bebek uyandı; ağlayışı gecenin dinginliğinde bir kuş sesinin büyülü çığlıkları gibi sevenciliydi. Lacivert gökyüzünde yıldızların arasında uyuklayan ay, bulutların arasından yeryüzüne bakındı. Bebeğin sesine kulak verdi.
Bebeğine koştu çiçekçi kadın. Kucağına aldı öptü… Öptü… Kokladı. Gözyaşları düştü bebeğinin yüzüne. Göğsünü açıp emdirirken, göl kıyısındaki uzun sazlıkların hışırtıları arasından Selim’in ezgi dolu sesini duydu,
“Benin için ağlama kadınım. Sil gözyaşlarını. Zülüm ve kan biter bir gün. Menekşeler güller açar üstümüzde”