'Sevgi gelin olmuş'
“Koşun çocuklar koşun… Sevgi gelin olmuş; gelin arabasını kırlangıç kuyruklu kelebekler çekiyor; telli duvaklı gelinliği ile sepetinden güller, menekşeler saçıyor.”
Öğle vakti, küçük kızı kovalayan kalabalığın üstünde uçuşan serçe kuşları çığlık çığlığa kanatlarını çırpıyordu. Ölüm kızıla boyamıştı dudaklarını. Can havliyle kaçıyordu yalın ayak küçük kız; yılanın önünden kaçar gibi. Adı Sevgi’ydi.
Sevgi’nin ayağı kaderine takıldı. Yere yuvarlandı sere serpe. Kısa pantolonunun cebinden saçılan misketler yokuştan aşağıya kaçıştılar… Mavi, yeşil, kırmızı; ateş böcekleri gibi ışıl ışıldılar. Gece gökyüzündeki yıldız tarlasından toplamıştı hepsini.
Öfkeler, küfürler çullandı üstüne.
“Vurun! Acımayın! Gebertin!”
“Ellerini kırın keratanın”
Mandal şıkırtılarıyla evlerin kapıları kapandı aceleyle içeriden birer birer. Güneş bulutların arkasına saklandı; utancından yeryüzüne bakamadı. Yola bakan pencerelerdeki saksı çiçekleri; nergisler, sümbüller, zambaklar, orkideler, begonyalar iki elleri böğründe yalvardı, ”Ne olur yapmayın! ”diye
Her şey bir kaç saniye içinde olup bitti. Eli yüzü kan revan içindeydi. Soluksuzdu. Öylece yatıyordu kaldırım taşlarının üstünde; gökyüzünden gelip geçen turnalar gibi sessiz sedasız.
Öfkeler, küfürler hemen oradan sıvıştı.
Yoldan gelip geçenler başına üşüştü. Bakışları endişeli:
“Ölmüş bu çocuk ya!”
Sevgi’nin dudaklarındaki burukluk, doğum sancısına sevinemeyen yoksul düşler gibi acılıydı, hüzünlüydü. Kır çiçeklerinin korkup ürkündüğü rüzgârlı bir gece yarısı, çivit badanalı kerpiç bir evin basık odasında kapısını çalmıştı yaşamın. Süt kokulu bedenini öpüp kokladılar usulden. Masal ülkesinin beklenen prensi değildi. Basma bez kundağından kaderi belliydi o günden.
Işık damlaları düşüyordu çimenlerin üstüne şafak uyanırken. Tanrının bahçesindeki melekler ağlıyordu hıçkırarak. Gözü yaşlıydı toprak ananın. Beyaz gelinliğiyle kollarında uyuyan Sevgi’yi çimenlerin üstüne bıraktı yavaşça. Etrafındaki meleklere tembih etti; üstünü çiçeklerle örtün gece üşümesin.
Öğle vakti, küçük kızı kovalayan kalabalığın üstünde uçuşan serçe kuşları çığlık çığlığa kanatlarını çırpıyordu. Ölüm kızıla boyamıştı dudaklarını. Can havliyle kaçıyordu yalın ayak küçük kız; yılanın önünden kaçar gibi. Adı Sevgi’ydi.
Sevgi’nin ayağı kaderine takıldı. Yere yuvarlandı sere serpe. Kısa pantolonunun cebinden saçılan misketler yokuştan aşağıya kaçıştılar… Mavi, yeşil, kırmızı; ateş böcekleri gibi ışıl ışıldılar. Gece gökyüzündeki yıldız tarlasından toplamıştı hepsini.
Öfkeler, küfürler çullandı üstüne.
“Vurun! Acımayın! Gebertin!”
“Ellerini kırın keratanın”
Mandal şıkırtılarıyla evlerin kapıları kapandı aceleyle içeriden birer birer. Güneş bulutların arkasına saklandı; utancından yeryüzüne bakamadı. Yola bakan pencerelerdeki saksı çiçekleri; nergisler, sümbüller, zambaklar, orkideler, begonyalar iki elleri böğründe yalvardı, ”Ne olur yapmayın! ”diye
Her şey bir kaç saniye içinde olup bitti. Eli yüzü kan revan içindeydi. Soluksuzdu. Öylece yatıyordu kaldırım taşlarının üstünde; gökyüzünden gelip geçen turnalar gibi sessiz sedasız.
Öfkeler, küfürler hemen oradan sıvıştı.
Yoldan gelip geçenler başına üşüştü. Bakışları endişeli:
“Ölmüş bu çocuk ya!”
Sevgi’nin dudaklarındaki burukluk, doğum sancısına sevinemeyen yoksul düşler gibi acılıydı, hüzünlüydü. Kır çiçeklerinin korkup ürkündüğü rüzgârlı bir gece yarısı, çivit badanalı kerpiç bir evin basık odasında kapısını çalmıştı yaşamın. Süt kokulu bedenini öpüp kokladılar usulden. Masal ülkesinin beklenen prensi değildi. Basma bez kundağından kaderi belliydi o günden.
Işık damlaları düşüyordu çimenlerin üstüne şafak uyanırken. Tanrının bahçesindeki melekler ağlıyordu hıçkırarak. Gözü yaşlıydı toprak ananın. Beyaz gelinliğiyle kollarında uyuyan Sevgi’yi çimenlerin üstüne bıraktı yavaşça. Etrafındaki meleklere tembih etti; üstünü çiçeklerle örtün gece üşümesin.