Çocuk gözleri
Akşamüstü gün batımı yaklaşıyordu. Yirmiye yakın araçtan oluşan seçim konvoyumuz, Çiğli-Güzeltepe yokuşunu bitirip düzlükteki geniş yola girince, burada bekleyen kalabalık; yaşlı genç, çoluk çocuk, konvoyumuzun etrafında coşkuyla, kim bilir kaçıncı seçimdir bir türlü gerçekleşmeyen bir umudun peşinden koşturuyordu yeniden.
Fabrikalarda, İnşaatlarda çalışan, yollarımızı yapan, suyumuzu, elektriğimizi getiren, çöpümüzü toplayan, sokaklarımızı temizleyen onlardı. İlkokuldan sonra okula gidemeyen tamirci atölyelerindeki küçük emekçiler onların çocuklarıydı.
Seçim konuşmalarının yapılacağı kahvenin önünde alkış tufanıyla araçlarından inen mağrur bakışlı politikacıların ellerini sıkmak için birbirlerini ezercesine koşuşan kalabalığın arasında korkudan el ele tutuşmuş beş altı yaşlarında iki çocuk gözüme ilişmişti. Ayakaltında ezilecekler korkusuyla koşarak ellerinden tutup bir kenarına çektim.
Biri kız biri oğlandı. Birbirlerine sokuluşlarından kardeş olduklarını anlamıştım. Önlerinde çömelip yüzlerine baktım. Gözleri belki de dünyanın en güzel çocuk gözleriydi. Menekşe rengiydi. Saftı, tertemizdi. Bütün çocukların gözleri böyledir nedense.
Korkmamaları için toz toprak içindeki altın sarısı yumuşacık saçlarını okşarken ikisinin de yalın ayak olduğunu gördüm... O an sanki yüreğime ateşten bir kor düşmüştü. Göz pınarlarımdan aniden dökülüveren yaşlar, bir kenarda belki yüz, belki de binlerce yıllık unutulmuşluğa isyan eden sessiz çığlıklar gibiydi.
Soysuzlukların, namussuzlukların, bir pranganın halkaları gibi incecik o sarı tüylü bileklerini acımasızca sarışının kahrolmuşluğu içindeydim. Bütün bedenim titriyordu… Korku dolu ürkek bakışları, bir köşede unutulup gitmişliğin yürek yakan hüzünlü türküsü gibiydi.
İkisine birden sarılıp öptüm... Öptüm… Bir bebeğinki gibi süt kokulu bedenlerinin sıcaklığı, ruhumu ılık bir alev sararken, çıldırmamak için tanrıya yalvarıyordum. İçimde ne bir isyan ne de bir nefret vardı o an; yalnızca bir yıkılmışlık vardı; nefretten de isyanda da daha büyük.